“Bir Kız Sevdim, Vermediler. Gençliğimi Sofya’da Bıraktım.”
Soğuk bir şubat sabahıydı, askeri ataşelik görevi için geldiği Sofya’nın sert soğuğuna hala alışamamıştı. Doğup büyüdüğü Selanik’in yumuşak havasını özler hale gelmişti; İstanbul’un soğuğuna bile razıydı. Yatağından kalkıp penceresini açtı, buz gibi kış havası içeri doldu. Günlerdir devam eden kar yağışı artık durmuştu; insanlar evlerinin önünde biriken karı temizlemeye, yollarda düşmeden yürümeye çalışıyordu. En az gökyüzü kadar mavi olan gözlerini ovuşturdu. El ele sokakta yürüyen bir kadın ve adama çevirdi gözlerini. Onlar köşeyi dönünce de kucağında çocuğuyla yürüyen bir kadını takip etmeye başladı. Dünyada herkesin bir eşi, bir dostu, bir çiftçi varmış gibi geldi. Odaya doğru döndü ve pencerenin pervazına yaslandı. Hiç kimsesi yoktu Sofya’da. Göreve atanmasıyla birlikte apar topar Bulgaristan’a gelmişti ve o günden beri resmi konuşmalar dışında neredeyse hiç kimseyle iletişim kurmamıştı. Yalnızlık içinde gitgide büyüyen bir boşluk açıyordu; şuracıkta dünya üzerinden yok olsa, kimsenin farkına bile varmayacaktı.
İşten kalan vaktini doldurmak için her akşam tiyatroya gidiyor, kalabalık içinde kaybolup yalnızlığını bir nebze olsun unutmaya çalışıyordu. Uyanır uyanmaz kendini bu duygulara kaptırmak hiç hayra alamet değildi. Kafasını bir an önce boşaltmalı ve devletinin temsilcisi olarak vazifesine odaklanmalıydı.
Üniformasını giydi, yeni yıkadığı saçları altından bile daha parlaktı. Özenle taradı ve şekil verdi. Artık tüm hazırlıklar tamamlandı. Paltosunu alarak evden çıktı, dış kapıyı açar açmaz bir saat önce onu pencerede selamlayan soğuk hava ve sessizlik yüzüne çarptı. Biraz önce penceresinden izlediği kalabalık sokakta, şimdi hiç kimse yoktu. Sessizlikte adımları yankılanıyor, sokağın diğer ucundan bile duyuluyordu.
Bir şeyler atıştırmak amacıyla ana caddedeki Bulgar Pastanesi’ne yöneldi. Pastanedeki sobadan yayılan sıcaklık dükkânın camlarını buğulandırmıştı, içeriyi göremiyordu ama mis gibi peynirli börek kokusunu 20 metreden almıştı. İçeri girdi, pastane sahibini selamdı ve kenardaki masalardan birine oturdu. Bir yandan elleriyle camdaki buğuyu silip sokağı görmeye çalışırken, bir yandan da iki poğaça sipariş etti. Biraz bekleyecekti, çünkü pastane bir hayli doluydu. Soğuk havadan kaçan herkes buraya sığınmıştı.
Gözleriyle içeriği taradı, tanıdık yüz aradı her masada. Her masada en az iki kişi varken o yine tek başına oturuyordu. Kahvaltısını yapmaya başladı. O sırada askeri üniformalı birisinin pastaneye doğru yürüdüğünü fark etti. İçeri giren asker siparişi verdikten sonra beklemeye başladı. Bir yandan da müşterilere göz gezdiriyor, ellerini ısıtmaya çalışıyordu. Göz göze geldiler, bir yerden tanıdık geliyordu. O da karşısındaki askerin gözüne tanıdık gelmişti. En sonunda tanıdı ve ona doğru yaklaştı.
Bir önceki Türk-Bulgar yemeğinde karşılaşmış, hatta aynı masada oturmuşlardı. O ise Sofya’ya geldiği ilk günleri dalgın geçirmiş, sosyal hayatında tanıdığı kimseyi aklına tutamamıştı. Selamlaşmanın ardından, onun da hafızası tazelenmişti. Biraz sohbet ettiler, her şeyin yolunda olduğunu söylüyordu. Heybetli ve karizmatik duruşunun arkasında Türk devletinin gücünü taşıdığını belli etmek için asla içindeki yalnızlığı yansıtmıyordu.
Bir yanda ise gençliğinin baharında saat kavramını unutacak kadar arkadaş ortamlarında vakit geçirmek istiyordu. Akşam bir planı olup olmadığı sorusu gelince, heyecanını gizleyemedi. Şehir kulübünde devlet büyüklerinin olacağı bir gece olacaktı. Bu etkinliğe davet edildi.
Muhtemelen elçiliğe gittiğinde haberi olacaktı, asker erken davranmış oldu. Haftalar hatta aylar sonra mesleğinin de etkisiyle sosyalleşebilecek bir ortama katılacaktı. Görüşmek dilekleriyle ayrıldılar. Asker gidince önündekileri daha iştahlı yemeye başlamıştı, şimdi içerdeki hava iyice ısınmıştı ve hissediyordu. İçindeki gençlik atışı sarıyordu her yanını, akşama kadar saatleri sayacak, eğlence anını bekleyecekti.
İşleri biter bitmez hızlıca eve gidip hazırlamıştı. İstanbul’dan getirdiği siyah takım elbisesini giydi. Saçlarını tekrar taradı ve yola çıktı, kısa süre önce tanıştığı adamın imzalı davetiyesini girişteki görevliye gösterdi. Görevli başını eğerek onu selamladı. Mustafa Kemal ileride Çanakkale’de gönüllü olarak gelip şehit olacak bu görevli adamı bir daha hiç unutmayacaktı. Görevli de bu altın saçlı mavi gözlü devi..
Büyük salona yaklaştıkça müziğin sesi gitgide artıyordu. Köşeyi döndüğünde içerde neredeyse yüz kişi olduğunu fark etti. Generallerin aileleri, soylu sınıfı, sosyetenin tanınan isimleri, ülkenin sevilen sanatçıları ve rütbeli askerler… Dostlarını bulmak için salona göz gezdirdi. Ona bakan bir çift göz ile karşılaştı bir an. Gözlerini salonun diğer ucundaki Mustafa Kemal’e diken bu genç kadın bir an olsun odağını değiştirmiyordu. Bembeyaz teni ve giydiği fildişi renkli elbisesiyle adeta bir melek gibiydi. Sersemlemişti. Ömründe bu kadar duru güzelliği olan bir kadın görmemişti. Kalbi hızla çarpıyordu, terlemeye başladı. Ancak o ne olursa olsun bir devleti temsil ediyordu. Soğukkanlı kalmalıydı. Genç kadının bulunduğu noktaya bakmamaya çalışıyordu. Dostlarını bulup yanlarına gittiğinde salonun en güzel kızıyla en uzak uçlardaydı. Masadaki sohbete katılamıyor, onu görebilmek için kalabalık arasında bir boşluk arıyordu. Ancak kadının başı sürekli kalabalıktı. Garson sürekli başkaları tarafından ikram edildiği belli olan içkiler getiriyor, kadın ise reddediyordu. Kendisiyle konuşmaya çalışan insanlara karşı ters bakışlar atıyor, o da kalabalık içinde bu sarışın adamı arıyordu. Göz göze geldiler. Herkese soğuk bakan kızın gözlerinde şimdi sıcacık bir yaz günü edası vardı. İçinde fırtınalar kopuyordu. Gülümsediğinde yanağında oluşan gamzeyi salonun öteki ucundan görebiliyordu. Masmavi gözleri parlıyor, ona baktıkça daha da ışıldıyordu. Masadaki bir arkadaşının seslenişi ile daldığı rüyadan uyandı. Kendisine sorulan sorulara cevap verirken bir yandan kıza bakmaya devam ediyordu. Artık tanışma vakti gelmişti. Türk heyetinin selamlaması gereken masalar vardı. Bulgaristan’ın önde gelen birkaç ailesiyle tanıştı. Masalar geçildikçe gitgide ona doğru yaklaşıyor artık onun elini sıkmak istiyordu. Ve zamanı gelmişti. Grupla gezen yetkili, Mustafa Kemal’i takdim etti. Kadını selamladı, elini öptü. Dimitrina, dedi kadın. Sizi tanımak büyük bir şeref Dimitrina dedi, gözlerini kadından ayırmadan. Miti diyebilirsiniz, yakınlarım bana Miti der.
Söyleyecek kelime bulamıyordu. Kalbi yerinden çıkacak gibiydi. Sadece başını sallayabildi. Tanışma faslı bitmiş, Türk heyeti masaya dönmüştü. O sırada orkestradan müzik ezgileri duyulmaya başladı. En sevdiğin vals müziklerinden biriydi. Kendisini göstermenin zamanı gelmişti. Ama nasıl diye düşündü. İlk notalardan itibaren general kızı Dimitrina’nın etrafı onlarca hayranıyla dolmuştu. Onunla dans etmek için sıraya giriyordu herkes. Diğerleri de Miti’nin kimi seçeceğini merak ediyor, kaçamak bakışlarla onu izliyordu.
Miti ise herkesi reddediyordu. O soğuk bakışları yeniden oturmuştu yüzüne. Tüm gece hayranlıkla izlediği bu kadının kiminle dans edeceğini o bile merak etmeye başlamıştı. Bu ihtimal aklından geçer geçmez beyninde bir şimşek çaktı. Çok savaş alanından geçmiş hepsinden başarıyla ayrılmıştı. Aşk meydanında kaybedemezdi. Kararlı bir şekilde ayağa kalktı. Kalabalığı bir kılıç gibi yararak geçiyor, hızlı adımlarla Miti’ye gidiyordu. Dimitrina’nın gözlerinin içi yine ışıldamaya başlamıştı. Yaklaştı ve eğildi ve tok bir sesle konuştu; bu dansı bana lütfeder misiniz?
Kıskançlık dolu bakışların arasında karizmatik askerin teklifini kabul etti Miti. Kendisine uzanan eli tuttu ve salonun ortasına doğru yürümeye başladılar. Sofya’nın en gözde kızı tüm gece diğer kadınların dikkatini çekmesine rağmen gözü kimseyi görmeyen bu Osmanlı ateşesi ile dans etmeye başladı. Birbirlerini yıllardır tanıyormuş gibi hissediyorlardı. Kalabalığın kendileri hakkındaki konuşmalarına aldırmayarak adeta romantik bir film sahnesini gerçeğe çeviriyorlardı. Er meydanında sırtı yere gelmeyen ve gelmeyecek olan Mustafa Kemal, gönül savaşında da galip gelmişti. İlk görüşte aşk kavramına o gece inanmıştı. O günden sonra her gün görüşmeye başladılar. Kusursuz bir aşkın filizlerini atmışlardı ancak Miti’nin babası Rus çarının en yakın adamlarındandı. Kızının gönül ilişkisine saygıyla yaklaşsa da herkesten baskı görmeye başlamıştı. Bulgar ve Osmanlı savaşlarında karşı karşıya gelmiş iki ordunun mensupları gönül ilişkisiyle bir araya gelemezdi. Baskılar dayanılmaz hale geldiğinde bir akşam Mustafa Kemal’i ziyaret eden baba ona bu sevdadan vazgeçmesini söyledi. Sevgi ve saygı çerçevesinde devam eden bu ilişki artık daha fazla uzamamalıydı.
Miti’nin haftaya bir mühendis ile evleneceği yalanını söyledi ve kızıyla bir daha görüşmemesini istedi. Bu sözler onda bir yıkım etkisi yaratmıştı. İmkânsız bir aşkın içinde olduğunu ilk günden beri biliyordu. Ancak bunu kendisine dahi itiraf edememişti. Miti’nin babasının sözlerini onayladı ve aynı akşam tüm eşyalarını toplayarak Sofya’dan ayrılma kararı aldı.
İstanbul’a dönmek için bindiği trende aşkından, hayallerinden ve Sofya sokaklarında Miti ile yaşadığı tüm güzel anılardan uzaklaşıyordu. Ülkesine dönmeli, yüreğindeki boşluğu vatan sevgisiyle doldurmalıydı. İlerleyen yıllarda tanıştığı Latife hanımla iki yıl sürecek bir evlilik yapacaktı. Miti ise 12 yıl boyunca Mustafa Kemal’in dönmesini bekledi. Baskılara dayanamayınca da bir avukatla sevgisiz ancak saygılı bir evlilik yapacaktı. 1966 yılının 7 Ağustos’unda hasta yatağında yatarken kalbini ablasını açtı. Dün gece rüyamda Kemal’i gördüm kısa süre içinde onunla tekrar kavuşacağım dedi. Aynı günün akşamı da hayatını kaybetti. Fani hayatta kavuşamayan iki âşık, belki de son nefeslerini ruhlarının birbirini bulacağı hayaliyle verdiler.
Mustafa Kemal ise o günleri bir gün yakın dostlarına şöyle açıkladı: “ Bir kız sevdim, vermediler. Gençliğimi Sofya’da bıraktım.”